Pages

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Mavi Pide - Marmaris

Hürriyet'in En İyi 10 Lokantası  yazısındaki yerleden biri olan Mavi Pide, Marmaris'ten Datça'ya doğru giderken, Selimiye ayrımına gelmeden önce, Marmaris'e çok yakın bir konumda. Daha önce sokak arasındaymış şimdi yol üzerine taşınmış. Hatta yol üzerindeki yeri görünce, çakma Mavi Pide zannettik ama değilmiş. Dere kenarına masalar atmışlar. Ağaçların altında afiyetle pidenizi yiyorsunuz.
Sadece lezzeti ile değil fiyatları ile de şaşırtıyor Mavi Pide. Tek porsiyon pide fiyatları 6.50 ile 7.50 TL arasında değişiyor.

Yediğimiz 1'er porsiyon pidelerin üzerine 5 kişi bölüştüğümüz tahinli pidesi ise muhteşemdi. Mutlaka tadını bakın.

Web sitesi : http://mavipide.com/
 
Mavi Pide Mavi Pide
Mavi Pide Mavi Pide
Mavi Pide - PatlıcanlıPide Mavi Pide - Tahinli Pide

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Outliers

Outliers, kişisel gelişim kitapları raflarında görmeye alışkın olduğumuz, başarının anahtarı, nasıl başardılar, başarılı olmanın 20 kuralı gibi kitaplara hiç benzemiyor. Başarının kişisel özelliklerle ilgili olduğunu söyleyen bu kitapların anlatıklarından çok farklı konulardan bahsediyor. Çok başarılı olan insanların aslında doğru yerde, doğru zamanda doğmaları, kültürleri, yetiştirilme şartları, etraflarındaki fırsatlar ve çok çalışmalarının başarıyı getirdiğini anlatıyor ve bunun için de çok zeki olmaya gerek, sadece yeteri kadar IQ yeterlidir diyor.

Başarılı insanların farklı bakış açıları olan, zeki ve inovatif insanlar olduğunu ve sadece kişisel özelliklerinin ve belki biraz şansın yeterli olduğunu düşünürdüm. Ancak kitaptaki “Ormandaki en uzun meşe, sadece en sert palamuttan yetiştiği için en uzun meşe olmamıştır; diğer ağaçlar onun aldığı güneş ışığını kesmediği, çevresindeki toprak derin ve zengin olduğu, fidanken hiçbir tavşan onun kabuğunu kemirmediği ve hiçbir oduncu onu vakti gelmeden kesmediği için de en uzun meşe o olmuştur.” cümlesi ile başlayan ve örneklerle zenginleştirilen kitap , başarının nedenlerine bakış açımı sorgulamama neden oldu. Outliers, kısaca “başarı bireysel birşey değildir, dış etkenlerin kontrol ettiği bir şeydir diyen bir kitap. Gerçekten öyle mi acaba?

Başarılı insanların, koşullara uygun zamanda doğan şanslı insanlar olduğunu anlatıyor ilk bölümde. Başarılı hokey oyuncularının yılın ilk aylarında doğan kişilerden oluşmasının nedeni, seçmelerin yıl başlarında yapılması nedeniyle, ocak ayında doğan bir sporcunun, kasım da doğan bir sporcuya göre 1 yıl daha fazla antreman yapmış olması. Ayrıca Bill Gates’in, Steve Jobs’un, ve Joe Flom’un başarılı olmalarının en büyük nedeninin tam zamanında doğmuş olmaları olduğunu savunuyor. Başarılı yazılımcıların 1950’lerde doğması gerektiği gibi.


Gladwell, başarının bir değer kuralından, en az 10.000 saatlik çalışma kuralından bahsediyor. Başarının 10.000 saat çalıştıktan sonra geldiğini ifade ediyor. . Beatles’ı Beatles yapanın henüz lise Hamburg’dan sergiledikleri günde 5-8 saatlik performans ve uzun çalışmalarıdır diyor. Mozart’ın da asıl iyi eserlerinin çocuk yaşlarında yazdıkları, değil, gençlik zamanında besteledikleri eserler olduğu iddiası da ilginç.John Lenon, verdiği bir röportajda, Hamburg’da bu kadar uzun süre çalmanın farklı birşeyler yapmaları gerektirdiğini, deneyimlerini ve dolayısıyla da özgüvenlerini arttırdığından bahsetmiş.Ünlü olana kadar 1200 canlı performans yapmış olan Beatles, birçok grubun müzik hayatları boyunca yapmadıkları kadar performans sergilemiş. Gerçekten de Hamburg olmasaydı Beatles olmayacaktı, peki Lenon ve arkadaşları, bu kadar uzun saatler boyunca çalmak için kendilerini motive etmeselerdi bu kadar iyi olabilirler miydi? Ne aldıkları para, ne de dinleyici kitlesi onları motive etmek için yeterli değildi. Bence onları başarıya ulaştıran şey, Hamburg teklifini kabul etmeleri, 10.000 saat çalışacak kadar azimli olmaları ve pes etmemeleriydi.

Bill Gates, gerçekten de tam zamanında doğmuş, okulda bilgisayar kullanma şansı varmış, Washington üniversitesine yakın oturuyorlarmış ve üniversitenin bilgisayarı saat 3 ve 6 arasının boş olması da bir fırsattı diyor Gladwell. Bu etkenlerin, Gates’in bir yazılım devi olmasındaki etkisi kesinlikle küçümsenemez. Bill Gates, 20 yıl önce doğsa veya hiç bilgisayar ile tanışmasa veya Xerox’un vizyonu daha iyi olsa ve geliştirdikleri pc yi ve işletim sistemini sahiplense, Bill Gates çok farklı noktalarda olabilirdi. Bir yazılım devinin kurucusu olmazdı belki a yine de bir outlier olurdu. Bill Gates, başarısını, fırsatları iyi değerlendirmesine, geceleri 3-6 arası uykusundan vazgeçecek kadar yaptığı şeyi sevmesine, otonomisine, meraklı olmasına, girşimcilik ruhuna ve sabretmesine borçlu. Öyle olmasaydı, Bill Gates’in en az onun kadar zeki olan, benzer fırsatlara sahip olan tüm arkadaşları onun kadar başarılı olurlardı.

Eşik etkisi de ilginç bir bakış açısı. IQ nun 130 ile 180 arasında olmasıyla, basketbol oyuncusu olmak için boyunun 205 ile 215 arasında olması arasında çok fazla fark yoktur diyor Gladwell. Başarılı olmak için yeteri kadar IQ’ya sahip olmak yeterli. Sternberg’e göre pratik zeka başarıda çok büyük etki sağlıyor. Hatta pratik zeka ve yaratıcılık, IQ’dan daha da önemli olabilir. Pratik zeka, kime ne söyleyeceğini, bunu ne zaman söyleyeceğini ve maximum etki için nasıl söyleyeceğini bilmek demek. Yaratıcılık da başaırılı olmak için pratik zeka kadar önemli bir etken. Christopher Langan buna ilginç bir örnek. Çok küçük yaşlarda kuramsal fizik okuyan ve Principia Mathematica ile başa çıkan Langan, basit bir kağıdı imzalatmayı atladığı için bursu kesiliyor, tüm öğrencilerin rahatlıkta yaptığı ders saati değişikliklerini yapamıyor. Tanınması ise, akademik çalışmalarıyla değil, Kim 500 Milyar ister tarzında bir yarışma da zirvedeyken bırakmasıyla oluyor. 195 IQ’lu birinin, ders saatlerini değiştirememesi çok ilginç geliyor insansa. IQ’su bu küçücük soruna bir çözüm bulmak için yeterli gelmiyor , pratik zeka gerekiyor veya bu tarz küçük şeylerle uğraşmak istemediği için üzerinde çözüm yolu aramaya çalışmamış da olabilir. Kısacası sadece IQ, başarıyı getimeyebiliyor.

Terman’ın, “Genetic Studies of Genius” isimli çalışması da bunu kanıtlar nitelikte. Yüksek IQ’lu bir grup öğrenciyi (bunlara Termitler deniyor) yıllarca inceleyen Terman, düşündüğünün aksine, IQ ları 140 – 200 arasında olan 1500 e yakın çocuğunun çok azının ülke çapında tanınır kişiler olmasıyla hayal kırıklığına uğruyor. Araştırmanın sonunda IQ ve başarının aynı şey olmadığı kanıtlanıyor.

Kitapda zengin ailelerin çocuklarını yetiştirirken kendilerini daha fazla güven duyacakları şekilde yetiştirdiklerini, ek eğitimler ile de 10.000 saati doldurmalarına yardımcı olduklarını, bu nedenle aynı IQ’lara sahip zengin ve fakir aile çocuklarından, zengin olanların ileride daha başarılı olduğunu savunuyor. Büyüdüğümüz ortam mutlaka karakterimizi ve davranışlarımı etkiliyor, güven aşılayıcı bir yetiştirme tarzı ve bulunulan sosyal sınıf da pratik zekanın gelişmesinde yardımcı olmuş olabilir. Okuduğum bir kitapta, iyi yöneticilerin genelde kalabalık ailelerden geldiği ve kardeşlerine istediklerini yaptırabilmek için onları ikna etmeleri gerektiği için tüm hayatları boyunca yöneticilik deneyimi kazandıkları da söyleniyor. Ancak zengin aile çocuklarının daha başarılı olmasının en önemli nedeninin büyüdükleri ortam olduğunu düşünmüyorum. Bu çocuklar, fakir ailelerin çocuklarına göre daha fazla risk alabilecek şartlarda büyüyorlar. Girişimcilik de risk almaktan geçiyor. Oysa fakir çocukların riske atabilecekleri 1$’ları bile olmayabiliyor.

Kitap’da Louis isimli, portekizli bir göçmenin ve eşi Regina’nın inanılmaz bir çaba ile dikip sattıkları çocuk önlükleriyle nasıl başarıya ulaştıklarından bahsediyor. Burada iş tatmini olması için 3 özellikten bahsediliyor. Otonomi, karmaşıklık ve çaba ile ödül arasındaki ilişki. Bu üç kriteri sağlayan iş anlamlıdır diyor yazar. Ben bu özelliklere birkaç ekleme daha yapmak istiyorum. İş tatminini sağlayan kriterlerden biri de yeni şeyler öğrenmek, yerinde saymamak ve yapılan işin işe yaradığını hissetmek. Bill Gates’i, Steve Jobs’u, Janklow’u ve Beatles’ı başarıya kavuşturan şey yaptıkları işin anlamlı olmasıydı. Bu sebeple çalışmaktan yılmadılar ve çabalarının sonucunu gördüler. Joe Flom, tam zamanında doğmuş musevi bir avukat. Mezun olduktan sonra ünlü avukatlık bürolarında iş bulamadığı için mecburen kendi işini kuruyor ve o zamanlar kimsenin almak istemediği şirket satın alma davaları ile ilgilenmek zorunda kalıyorlar. Zamanla bu tarz davalar artınca, Flom ve avukatlarının bu konuda yeteri kadar tecrübesi ve ünü olmuş oluyor. İşte doğru zamanda, doğru yerde doğmuş, çalışmaktan yılmamış, daha sonra şansı yaver gittiği için uğraştığı davaların sayısının artmasıyla ün kazanmış biri daha. Aklıma Türkiye’deki kamu kuruluşları geldi. Bu kurumlarda işlerin yavaş ve sıkıntılu işlemesinin nedeni sadece mevzuatlar değil, çalışanların anlamlı bir iş yaptıklarını düşünmemeleri olabilir.

Tekstil ve market işiyle uğraşan kişilerin iyi para kazanmaya başladıkları, çocuklarının mali durumlarının babalarına göre daha iyi olduğunu, onların çocuklarının ise doktor ve avukat gibi eğitimli profesyoneller olduklarından bahsediyor. Çabanın sonucunu alacağını gören çocuklar neden baba mesleklerini devam ettirmek istemiyorlar acaba? Benim yaptığım gibi, ticaret ile uğraşmanın ne kadar zor ve stresli olduğunun farkına vardıkları ve 24 saat işleriyle yaşamak istemedikleri için olabilir mi?

Kitap’ın büyük bir kısmında kültürün etkilerine yer verilmiş.Uçak kazaları ile ilgili yapılan ciddi bir araştırma da, Kore havayollarının yaptığı uçak kazalarının neden olduğu araştırılmış. Kazaların, yakıtın bitmesi gibi basit nedenlerden kaynaklanması da en az konunun anlatımı kadar ilginç. Tabii ki yardımcı pilotlar yakıt sıkıntısı olduğunun farkındalarmış ancak kaptan pilota ve kule görevlilerine sakin ve yumuşatılmış tarzda ve sadece bir kez söylenmiş olan yakıt problemi, kule görevlisi tarafından bir sorun olarak algılanmamış. Uçak kazalarının nedenini dil bilimciler, Kore kültüründe ve dil yapısında olan, otoriteye karşı gelme durumunda sorunlu durumları bile yumuşatarak söylemek olduğunu tespit etmişler. Bunun üzerine, Kore havayolları,pilot eğitimlerini bu kültürel özelliklerinin üstesinden gelecek şekilde değiştirmiş. Kültürün ve dilin etkilerinin bu kadar kritik anlarda bile ağır basması gerçekten çok ilginç.

Uzak doğuluların, matematikteki başarısının dilin özelliklerinden ve rakamların hızlı ve birbirleriyle ilişkili olarak söylenmesinden kaynaklandığını ifade ediyor. Ayrıca pirinç tarlalarında harcanan emeğin, yapılan titiz ve düzenli çalışmanın da uzak doğulu insanlara disiplin ve sabır özellikleri verdiğini, çaba ile sonuç arasındaki ilişkiyi kurduklarını bu nedenle de daha çok çalıştıklarını söylüyor.

Berkeley’deki bir matematik profesörü olan Schoenfield, verdiği ders de öğrencilerin eski alışkanlıklarını değiştirerek ve problem çözme yeteneklerini geliştirmeyi amaçlıyor. Onun matematikte başarı tanımı ise oldukça ilginç. Başarılı olmayı bir yeteneğe değil, yeteri kadar çaba gösterecek kadar inatçı olunacak bir davranışa bağlıyor. Aslında bu herşey için öyle değil mi? Mutlaka yeteneğin faydası var, bazı kişiler bazı şeyleri daha kolay yapabiliyorlar ancak insan istedikten ve yeteri kadar çaba gösterdikten sonra herşeyi yapabilir. Burada asıl kritik olan pes etmemek ve inatla devam etmek.

Uzak doğululuların matematikte iyi olmaları, eğitim sistemlerinden de kaynaklanıyor olabilir. Japonya ile ilgili bir belgesel seyretmiştim. Sabahın erken saatlerinden, geç saatlerine kadar devam eden eğitimden ve bu eğitim üzerine gün sonunda verilen ödevlerden bahsediyordu. 3 farklı alfabesi ve binin üzerinde harfi / kelimesi olan bir dili öğretmek için bu kadar uzun zaman gerekiyor olması da normal olabilir. Belki de bu eğitim sistemi, uzak doğululara çalışma disiplinini / alışkanlığı kazandırmıştır ve matematik yetenekleri de bu nedenle daha gelişmiş olabilir. Uzak doğuluların, belirsizliklerle, batılılara göre daha kolay başa çıktıkları biliniyor. Bu beceri de, çeltik ve bambu tarlarında çalışmanın bir sonucu olabilir mi, yoksa eğitim sisteminin getirdiği bir avantaj mı?

Kültürün etkileri insanlar üzerinde bu kadar etkili ise, KIPP okullarının yaptığı gibi neden bu etkiler avantaja çevrilmek üzere daha fazla çalışılmıyor? Konu hakkında yeterli araştırma mı yok, yoksa kültürün etkisinin bu kadar yoğun olduğunun farkında mı değiliz? Ülkemizde sıkıcı matematik dersleriyle ve uzun tatillerle eğitim görüyoruz. Gençlerden gördüğüm kadarıyla, gittikçe daha da kötüleşen bir eğitim sistemiyle başbaşayız. Beyin gücünün ve iletişim kurmanın önemli olduğu ve insanların vücutlarından çok beyinleriyle çalıştıkları bir çağda, iletişim problemleri yaşayan, herhangi bir konu üzerinde düşünüp yorum yapamayan, a-sosyal, test çocukları, ezberlemeyi öğrenerek büyüyorlar.

Her zaman yaz tatillerinin gereğinden fazla uzun olduğunu düşünmüşümdür. Bu kadar uzun tatiller olmasa, eğitim tüm okullarda tam gün olsa , matematiği daha zevkli bir şekilde öğretmek için yollar aransa, öğrencilere sadece test çözmek değil, kendilerini ifade etmeleri öğretilse, daha başarılı kişiler, daha fazla outlier’lar ile karşılaşabilir miyiz bilemiyorum.

Küreselleşmenin artmasının ve iletişimin de globalleşmesinin, kültürleri de küreselleştirdiğini düşünüyorum. Birbirimize benzemeye başlıyoruz artık. Çok uzun sürmeyecek bir zaman sonunda kültür farklılıkları gittikçe azalacak, geçmiş alışkanlıklarımızdaki ve kültürlerimizdeki sivri noktolar törpülenecek. Belki zamanla, iyi (belki de kolay) tarafları seçilmiş, kötü tarafları elimine edilmiş bir dünya kültürüne sahip olacağız. Bunun iyi mi, kötü mü olacağı başka bir tartışma konusu ancak kültür farklılıkları her geçen gün daha da azalacak gibi görünüyor.

Kısacası, çizginin dışında bir başarı elde etmek için, kişisel özelliklerden çok aile, çevre, şans ve kültürün rol oynadığı anlatılıyor kitapta ve bunu kanıtlayacak örnekler de verilmiş. Birçok konuda Gladwell’e katılsam da, sadece bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. O zaman tüm kardeşler, benzer koşullarda yaşayan insanlar, aynı şekilde başarılı olmazlar mıydı? Bir taraftan da başarılı olan kişilerin de genelde aynı yerlerden çıkıyor olması düşündürüyor. Neden Güney Afrika ülkelerinden, Türkiye’den, İran’dan daha çok sayıda başarılı insan çıkmıyor? Kültür mü, eğitim sisteminin sorunları mı başarıyı engelliyor?

30 Nisan 2010 Cuma

Değişik Bir Pazarlama Taktiği

Gözetlemek Serbest

Brezilyalı giyim markası  Marisa  yeni  iç giyim koleksiyonunu sergileyeceği concept mağazasını tanıtmak için yaratıcı bir pazarlama yöntemi kullanmış.
Tadilattaki mağazanın bariyerleri konulan bir gözetleme deliğinden, mağazada yapılan tadilat çalışmalarını izleyebiliyorsunuz. Asıl ilginç olan ise mağazada çalışanların yeni koleksiyon ürünlerini giymiş  mankenler olmaları.

Dünya mutfağından değişik tarifler

Bazı tariflerin videolar ile anlatıldığı, çok değişik tariflerin olduğu bir site buldu bana stumble upon.
http://www.madeinkitchen.tv/

İşte Limonlu, Kremalı Spagetti Tarifi :

Köprünün altında kalacak Garipçe…

2 yıl önceki yazımda Garipçe Köy'deki Asmaaltı Balık ve kahvaltı evinde ne kadar güzel vakit geçirdiğimizi yazmıştım.

http://birsentuncyazar.blogspot.com/2008/04/garipcede-kahvalt.html 


Tadına doyamadığım, İstanbul'un içindeki şirin karadeniz köyünün 3. köprü nedeniyle yok olacağını öğrendim  biraz önce.
İşte bu kötü haber.

İstanbul’da üçüncü köprü tartışmaları uzun süredir devam ediyor. Hangi gerekçe ve hangi somut fayda için yapılacağı tamamen belirsiz olan üçüncü köprü ve Kuzey Marmara otoyolunun geçiş güzergahı için seçilen nokta Avrupa yakasında Sarıyer’deki Garipçe köyü, Asya yakasında ise Poyrazköy oldu. Avrupa yakasında kalan son ormanlık arazilerin de yok edilmesi anlamına gelecek olan otoyol ve köprü aynı zamanda İstanbul’da kalan gerçek anlamdaki son balıkçı köylerinden biri olan Garipçe’yi de büyük ölçüde değiştirecek. HaberVs muhabiri Dila Özsoy, İstanbul’da kalan son huzurlu mekanlardan biri olan Garipçe Köyü’ne gitti, Garipçe’nin benzersiz ortamını, insanlarını, doğasını ve tarihini yazdı.
Habervesaire'de haberin tümünü okumak için tıklayınız. 

25 Nisan 2010 Pazar

Kitap Özetleri için www.ozetkitap.com

Çok farklı birşey ararken gözüme takıldı bu site.
Ege Üniversitesi - İletişim  Fakültesi öğrencilerinin hazırladığı bu sitede okumaktan çok keyif aldığım birkaç kitabın özetini ve okumak isteyip de bir türlü fırsatını bulamadığım birkaç kitabın özetini görünce çok mutlu oldum.
Çok özenli ve emek harcanmış bir çalışmanın sonunda ortaya çıkmış bir site olduğu anlaşılıyor.  Umarım Ege'li öğrencilerin dilekleri gerçek olur ve daha çok okumayı alışkanlık haline getiririz.

Özeti hazırlanmış birkaç kitap :
  • Blink
  • Tüfek, Mikrop ve Çelik
  • Ruhsal Makineler Çağı
  • Gün Batımı
İşte ozetkitap.com :
Okumuyoruz.
Tüm iyi niyetimize rağmen; lisan sorunu, zaman sorunu, orijinal kitabı temin güçlüğü, çok fazla sayfa adedi, televizyondan vakit kalmaması, tembellik. Sebep ne olursa olsun, YETERİNCE OKUMUYORUZ

Bu milli ve önemli sorunun bir nebze hafifletilmesi amacı ile 10 yıl önce bir karar verdik, okuduğumuz kitaplar içerisinde ülkemizin bugünü ve/veya geleceği için yararlı gördüklerimizi özet ile tercüme ederek paylaşmak.

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğrencilerine ücretsiz olarak dağıtılan kitap özetleri bu sitede tüm öğrencilerin ve öğrenmek isteyenlerin faydalanmasına sunulmaktadır. Herhangi bir maddi menfaat beklenmeksizin gerçekleştirilen bu hizmetin tek nedeni, ülkemizde okuma alışkanlığının eğitim ve öğretim yıllarında kazanılmasını sağlamaktır.

Rastlantı sonucu veya bilinçli olarak bu siteye ulaştıysanız , ne mutlu bize... Okumayı seven dostlarınıza ve yakın çevrenize tavsiye ederseniz daha da mutlu oluruz.

22 Nisan 2010 Perşembe

Dönerci Ali Usta

Dönerci Ali Usta, Maltepe'de Carrefour'un çok yakınında bulunan çok ünlü bir dönerci. Etleri çok lezzetli ve fiyatları oldukça makul.
3 katlı mekan her gidişimde tık tıklım oluyor.  Bu kadar döner yanyana başka bir yerde bulunur mu bilmiyorum ama bu kadar kalabalık bir yere de ancak yetiyor olmalı.
http://www.donercialiusta.com.tr


İşte nefis bir Ali Usta iskenderi :

Dönerci Ali Usta'yı çok güzel anlatmış bir blog yazısı.
http://merakligezgin.com/donerci-ali-usta

19 Nisan 2010 Pazartesi

Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi - İtalya

Sevdiğim üç şeyin, İtalya, Şarap ve Restaurant’ların birarada olduğu bu kitabı görür görmez vuruldum.
Vedat Milor’un yıllar süren araştırmalarını keyifli anılarıyla beraber anlattığı bu kitap, gittiği yerlerin yöresel yemeklerini yemekten hoşlanan, şarapsever her  İtalya  yolcusunun çantasında olması gerekenlerden.

Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi - İtalya
Vedat Milor
NTV Yayınları
Vedat Milor, 25 yıl süren seyahatleri sırasında tutkuyla âşık olduğu İtalya'yı, Akdeniz usulü yaşam tarzıyla, efsunlu aşklarıyla, büyüleyici tatlarıyla, enfes şaraplarıyla ve elbette anılarıyla harmanlayarak bizlere sunuyor.

Kılavuz kitabınız sayesinde, Toscana'nın en güzel ve aynı zamanda en salaş balık lokantasında lezzetli bir deniz kereviti yiyebilir veya Orcia vadisinde Ortaçağ'dan kalma bir handa, eski pecorino peynirinin yanında yıllanmış bir Brunello şarabı içebilirsiniz. Veya güney İtalya'da sıcacık bir dağ kasabasında kestane ağaçlarının gölgesinde dünyanın en güzel ravioli'sini yerken cennette olduğunuzu hayal edebilirsiniz.

Piemonte'ye giderseniz, Slow Food hareketinin merkezi olan "yoldaş" işi bir lokantada muhteşem bir makarna veya tren istasyonunun yanındaki samimi aile lokantasında çok çok ucuza güzel bir dana eti yiyebilirsiniz. Venedik'te, bir öğlen, Muro'nun şarap barında neşe dolu yöre esnafıyla demlenebilir, akşam romantik bir restoranda enfes deniz ürünlerinin tadını çıkarabilirsiniz.

Kısacası, Milor'un 130 lokanta ve 200'ün üzerinde şarap önerisi ile, İtalya'nın herhangi bir bölgesinde damak tadınıza, bütçenize, ruh halinize en uygun restoranı seçebilir, bu restorandaki en lezzetli yemekleri ve bu yemeklerle en uyumlu şarapları sahici bir Akdenizli gibi gönül rahatlığıyla ısmarlayabilirsiniz.

Vedat Milor lezzet yolculuğuna, NTV "Tadı Damağımda" programı ve Milliyet gazetesi "De-Gusto" isimli köşesinde devam ediyor.
(Tanıtım Bülteninden)

http://www.ntvyayinlari.com/tanim.asp?sid=E2XLTOIBO7DHLIXX60BD

14 Nisan 2010 Çarşamba

SQL Server ve Programlama Yazılarım Taşındı

SQL Server, Business Intelligence ve programlama ile ilgili yazılarımın tümünü http://programlamanotlari.blogspot.com/ daki blog'uma taşıdım.

Oradan ulaşabilirsiniz.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Nerde Trak Orda Prag

Haftasonu Blooms Brothers isimli bir film seyrettim. Filmin bir kısmı Prag'da geçiyordu. Farkettim ki, bu kadar keyifli geçen geziyi anlatmaya hala vakit ayiramadim. Artik anlatma zamani geldi.



Herşey Özden'de keyifli bir rakı sofrasında başladı. Nasıl oldu, konu nereden buralara geldi bilemiyorum ama birden kendimizi Prag planları yaparken bulduk.



Heyecanlı geçen uçak, otel ve havalanı-otel transferi ayarlama günlerinden sonra gün geldi çatti. Prag planı yapmadan önce İzmir'de 1 hafta geçirmeyi planlamıştık. Planladığımızdan bir gün önce yola çıktık İzmir'den. Yoldan Gülçin'i aldik, Erdem bizi Sezen Aksu konserine yetiştirdi. 3. Prag yolcumuz Özden ile konserde buluştuk. Prag yolculuğu öncesi Sezen ile eğlendik, duygulandık. Eve döndügümüzde şampanyamız bizi bekliyordu. Gülçin'in MBA derslerini bitirmesini, hayatımda içtiğim en lezzetli şampanyayla kutladık. Şampanyalı pijama partimiz, Erdem'in yatın artık ısrarlarına dayanamadığımız zamana kadar sürdü. Yatmayı başardığımızda neredeyse sabah olmuştu.



Sonunda heyecanlı bekleyiş sona erdi ve havaalanındayız. Biraz erken gelmişiz. Valizlerimizi uçağa verdikten sonra free-shop'u dolaştık. Bir paket küçük tobleron aldık kendimize. Sonra uçağa bindik. Uçak oldukça kalabalıktı. Özden cam kenarına geçti. Yolcuların yerleşmesini beklerken Özden birden bire, "Aşık olmadan evlenmemeye karar verdim" dedi. Ben de sordum, "Neye dayanarak?" Gülçin tüm gezi boyunca bizi güldürmeyi başaracak cevabı yapıştırdı. "Cama dayanarak".

İlk Çek biramizi, Çek havayollarının uçağında içtik. Sıcak, 330 ml'lik teneke kutuda ve çok sert bir biraydi.. Hiç sevmedik.. Ama harika üçgen sandaviçler verdiler. Yolculuk 2,5 saat sürdü. Uçak çok soğuktu ve ben hiç uyuyamadım.. Sonunda uçak havaalanına indi.. Yaklasik 10 dakika görevlilerin valizleri taşıma aracına fırlatmalarını seyrettik.. Kırılacak birşey almamaya, alırsak da aldıklarımızı çok iyi sarmaya karar vermiştik uçaktan indiğimizde.



Bizi otele götürecek sürücüyü gördügümüzde şok geçirdik. Oldukça salaş giyinmiş, kirli sakallı, kaba görünümlü bir adam ağzında sakızla bizi bekliyordu. Karşılaştığımızda ufak bir tartışmamız oldu ve adam bizi arabaya almadı. Açıkcası çok rahatladım. Neyseki havalimaninda bekleyen bir çok taksi vardı ve aynı paraya (22€) bizi otele götürmeyi kabul ettiler.



Otelimiz Old Town'daki Metamorphis oteldi. www.tripadvisor.com da rezervasyon yaptırırken iyi bir otel olduğunu okumuştuk ama bu kadar da iyi bir yer beklemiyorduk. Tynn kilisesinin arkasında, üçyüz yaşında bir bina, çok güzel dekore edilmiş bir oda ve meydana bir dakikalık yürüyüş mesafesinde olduğunu görünce sevinçten havalara uçtuk.

Prag_Otel_Avize

Otel odasındaki avize

Otel Metamorphis

Otel

Prag_Otel_Manzara

Oda manzarası

Otelin restaurantı tıklım tıklımdı. Bir saatten önce servis yapamayız dediler, beklemek istemedik, meydana doğru giderken gördüğümüz Tynn Kilisesisinin yan kapısının karşısında, kulağımıza tanıdık gelen şarkıların gitarla çalındığı bir yer bulduk.

Yağmur yağıyordu. Cafe de çalışan amca ıslanmamız için heyecanla masaları ve şemsiyeleri ayarladı ancak tek kelime ingilizce bilmeyen adamın heyecanlı çabasının yağmuru engellemek olduğunu biraz geç farkettik. Adını hatırlayamadığım bu kafede, Stranomen markalı bira içtik. Prag'da içtiğimiz en lezzetli biralardan biriydi. Geyik etinden yapılmış gulaş çok lezzetliydi.

Aslında herşey hesabı görene kadar çok güzeldi. Kaz yağindan yapılmış sadece birinin tadina bakip diğerlerine dokunmadığımız zımbırtılara,yemediğimiz ekmeklere, gramla satıldığını öğrendiğimiz ve ne gelirse bahtına şeklinde servis edilen ve bizim şansımıza 3 kişinin başka birşey yemeden ancak bitirebileceği büyüklükte kesilmiş(!) ve çok büyük olduğu için içi pişememiş T-Bone steak isimli kemikli ete gelen hesabı görünce şok geçirdik. En kötüsü de havaalanında komisyon yüksek olduğu için az bir miktarda koronoya çevirdiğimiz paranın yetmemesiydi. Resmen başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bir parça patates kızartmasına 5 bira fiyatı verdiğimize mi yanayım, üzerimizdeki koronanın hesabı ödemeye yetmemesine bilemedim. Neyseki Euro almayı kabul ettiler de rahatladım. Hatta bizim için çok da iyi bir orandan aldılar, nasıl olsa bir parça ekmeği 3 kişiye satarak bunu fazlasıyla karşılıyorlardır.. Ilk kazigimizi boylece yemis olduk ama gulaş ve bira muhteşemdi. Şimdi düşünüyorum da bize gulaşın dağlarda dolaşan boynuzlu bir hayvandan yapıldığını tarif etmişlerdi, biz de geyik sanmıştık, acaba keçimiydi anlatmaya çalıştıkları?

Prag_Yemek

Kaz yağından yapılmış bir çeşit meze

Prag_Stranomen

Stranomen Bira
Old town meydanından sonra ilk olarak Charles köprüsüne gittik. Meydan-charles köprüsü arasındaki yürüyüş yolu tıklım tıklımdı. Köprünün bir tarafının tadilat nedeniyle kapalı olması bile güzelliğini tam olarak bozamamıştı. Temmuz sonuydu ve hava buz gibiydi. Üzerimizde hırkalar ile donmamız, gece geç saatlere kadar sokaklara dolaşmamıza engel olamadı.
Prag da olduğumuz sürece zamanımızın büyük bir çoğunluğu muhteşem "Old Town" meydanında geçti. Saat başlarında saat kulesinin etrafında toplanan kalabalığa sadece üç kez katılabildik ve ilkinde saat gece 00:00 dı. Saat kulesinde hiç bir hareket de olmadı, ne havariler geçti, ne de horoz öttü, sıradan gong sesi vardı sadece. Her gece yarısında saat kulesi sadece gong sesiyle mi yeni güne başlıyor, yoksa bizim şanssızlığımız mı orasını bilemiyorum. Neyseki daha sonra izleme şansımız oldu. Tabii ki kalabalıktan görebildiğimiz kadarıyla.



Old Town Meydanı

Prag_OldTown1

Saat Kulesi, yandan görünüşü

Prag_SaatKulesi_Yan

Saat Kulesi

Prag_SaatKulesi_1

Prag_TynnGece

Yanlarda Tynn kilisesinin gece ve gündüz çektiğimiz fotoğrafları bulunuyor. Küçükken üç boyutlu masal kitapları vardı. Külkedisi masalındaki şatoyu anımsattı bana. Gerçekten de masallardan fırlamış gibi durmuyor mu?

Otel kilisenin hemen arkasında. Prag'ın birçok yerinden görünebilen kilise yön bulmamızda çok işimize yaradı.

Prag_Tynn

Prag_KulesiPrag_KulesindenManzara




Ertesi erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık ve Prag turuna başladık. Neyseki hava güzeldi. İlk gittiğimiz yer Barut kulesiydi. Allahım ne kadar güzelmiş otelin yeri, buraya da yürüyerek geldik. Eskiden barut depolamak için kullanılan ve şehrin kapılarından biri olan minicik kulenin güzel manzarasında ve dönerek yükselen merdivenlerinde bir sürü fotoğraf çektik. Yan tarafta barut kulesi ve kuleden çekilmiş Tynn ve Prag görünüyor.

Barut kulesinden çıkınca, biraz mesafe olmasına rağmen, yürüyerek Kale'ye gittik. Çok keyifli bir yoldu. Kalenin içinde muhteşem manzaralı bir terası olan bir kafede yemek yiyip, enerji topladık. İlk durak oyuncak müzesiydi. Müzenin girişince, ortaçağdaki büyücü filmlerinden fırlamış gibi görünen yakışıklı bir demirci ustası vardı. Biraz demir dövmesini seyredip, oyuncak müzesine girdik. Çok büyük bir yer olmamasına rağmen, çok değişik oyuncaklar vardı. Barbie'nin 50 yaşını kutluyormuş bu sene. İlk üretilen barbieler de vardı müzede. Biz korktuk ilk barbielerden, zamanın çocukları nasıl korkmamış bilemedik. Ancak Barbie'nin ünlüler koleksiyonu muhteşemdi.

Prag_OyuncakMuzesi_Kapi

Prag_OyuncakMuzesi

Prag_OyunakMuzesi_Barbi Prag_OyuncakMuzesi_Barbie


Prag_Kale_AzizVitus2 Prag_KaledeInsaat

Gittiği her yerde inşaat bulmasıyla ünlü arkadaşımız Gülçin, Prag kalesinin girişinde de inşaat bulmayı başardı. Biz de fotoğraflamayı ihmal etmedik tabii ki. Büyüleyici görünümü olan katedralin dışında bir sürü fotoğraf çektik. O kadar büyük ki, tek bir kareye katedaralin tümünü sığdıramadık. Geniş açı bir objektifim olsaydı keşke. Fotoğraf makinanım pilleri gün boyunca çektiğimiz fotoğraflara yetmeyince, içeride en fazla birkaç fotoğraf çekebildim. Bu sayfadan katedralin fotoğraflarına ulaşılabilir.

Prag_Kale_AzizVitus

Sağda, sabahdan beri Prag sokaklarını dolaşmaktan yorulmuş ayaklarımız var. St. Vitus katedralinin soldaki fotoğrafını çekmek için yere uzanmışken, kalkamadığımız anın fotoğrafıdır. Önümüzde katedral ve arkamızda Cumhuriyet sarayı bulunuyor.

Prag_Biz_YorgunAtyaklar


Kalenin içerisinde, önceden Simyacıların simya malzemeleri sattıkları minik rengarenk evlerin olduğu ve zamanında birkaç ünlünün yaşadığı , şu an hediyelik eşya dükkanlarının olduğu bir sokak var. Giriş bileti, sokağın başındaki büfede satılıyor ancak hediyelik eşya mağazası gezmek için o kadar para vermek işimize gelmediği için girmedik. İyi mi yaptık, kötü mü yaptık bilemiyorum ama bir de oraya girseydik Ulusal Müze'ye hiç yetişemeyecektik. Kaleden çıktıktan sonra ulusal müzeye gitmek için ilk aracımızı kullanarak metroya bindik. Metro yerin kaç yüz metre altında bilemiyorum. Bana çok derindeymiş gelen Taksim Metrosu bile solda sıfır kalır. Kısa sürede New Town'a geldik. Neyseki metro durağı, müzenin yanındaymış da yürüyerek fazla zaman kaybetmedik.

Prag_NationalMuseum_Mamut

Müzenin kapanmasına 1 saat vardı. Görevliler gezemeyeceğimizi düşünüp bizi almak istemediler. Biz de başka vaktimiz olmadığını söyleyince, müzeyi anlatan speakerları normalden ucuza verere bize jest yaptılar. Mutlaka görmemiz gereken yerleri krokide işaretlediler ve neredeyse koşarak müzeyi gezmeye başladık. Çok eski zamanlardan beri toplanmış fosil, kaya parçalarının yanısıra, eski iskeletler de çok etkileyiciydi. Bazı parçalarda ingilizce açıklamalar yoktu ve müze görevlileri de ingilizce bilmedikleri için bize yardım edemediler ama yardım etmek için gerçekten uğraştılar. Doldurulmuş hayvanların olduğu yerden ürkmedik değil. Gerçek dinazor kemikleri birleştirilerek tavana yerleştirilmişti. Büyüklüğünü görünce iyi ki dinazorlar ile beraber yaşamıyoruz diye dua ettik. Gerçek boyutuna uygun yapılmış mamutun ancak dişlerinin hizasına geldiğimizi gösteren bir fotoğraf da çektirdik.
Koşarak müzenin odaları arasında gezerken, müze görevlilerinden biri Gülçin'i yakaladı. Ben korktum, herhalde müzede koşmak yasak ve bizi şimdi atacaklar dedim. Oysa kadıncağız acelemiz olduğunu anlamış ve çok güzel bir parçayı görmeden gitmemizi istememiş. Hepimiz neredeyse güvercin boyutundaki bir kelebeğin önünde toplandık ve müze görevlisi teyze ile sağa sola sallanmaya başladık. Muhteşem bir görüntü vardı. Kelebeğin kanatları, her bakış açısına göre renk değiştiriyordu.



Müzeden çıktıktan sonra direk merdivenlere yığıldık. Kısa oturma molaları dışında 9 saattir yürüyorduk ve açlıktan ölmek üzereydik. Müzede bir saat sonra çok güzel bir konser başlayacaktı ancak midemiz ve yorgunluğumuz konserin cazibesini sıfıra indirmişti. Merdivenlerde oturup, elimizdeki kitaptan gözümüze bir restaurant kestirdik. Müzenin önünde duran ve tek kelime İngilizce bilmeyen görevlilerden ben yol tarifini aldım. (Hala kadının dediklerini nasıl anlayabildiğimi çözebilmiş değilim) Bu arada Özden'in midesi de kötü olmuştu. Restauranta doğru giderken yol üzerinde market gibi birşey bulacağımız ve oradan yoğurt alacağımızı umut ettik ancak markete benzer birşeye rastlayamadık. Yoldaki restaurantlara sormaya başladık. Yoğurt bulduğumuz restaurantda oturup yemek yiyecektik ancak genelde yok cevabı ile karşılaştık. Bir tanesi mutfakta yoğurt var, kahvaltıda servis yapıyoruz ancak menüde yok o yüzden veremem dedi. Şok olduk. Yemek de yiyeceğiz desek de adam vermemekte ısrar etti. Gözünü sevdiğim güzel ülkem, burada bir restaurantda yoğurt isteyeceksin, olmasa bile bulurlar bir yerden. Nerdeee Türk misafirperverliği.

Hiç tahmin etmediğimiz bir yerde, Mc Donalds'da meyveli yoğurt bulduk. Ben Mc Donalds'da yemem diye tutturunca tarifini aldığımız restauranta doğru devam ettik ancak yerinde yeller esiyordu. Sanırım kitap güncel değil veya basıldıktan sonra kapanmış. Hayal kırıklığı ile yemek yiyecek bir yer ararken bir Yunan restaurantı bulduk. Pide, dolma gibi tanıdık şeylerin yanında paella görünce atladık. Gülçin süper paella pişirir tüm paellaların öyle olduğunu sandım herhalde ancak salçalı pirinç lapası görünce şok geçirdik. Paella dan geçtik, pilav olarak bile yenilebilecek durumda değildi. En azından midemizden birşeyler geçmişti. Dönüşte yürüyerek "old town"a dönmeye karar verdik ancak dönüşte bir hediyelik eşya mağazasında Özden'i kaybettik. Telefonumun çalışmayacağı tuttu, Özden'e ulaşamadım. Neyseki sonradan onun mesajı geldi de saat kulesinin önünde tekrar buluştuk.

Prag'da birçok yerde gölge tiyatroları sergileniyor. O akşam birine gidelim diye düşünmüştük ama elimize biralarımızı alıp, Charles Köprü'sünde güneşi batırmak daha cazip görününce vazgeçtik. Soldaki fotoğraf Charles köprüsüne giderken gördüğümüz bir dilenciye ait. Sokaklarda çok fazla dilenci var ancak tüm dilenciler yere secde eder vaziyette uzanıp dileniyorlar. Duyduğumuza göre dilenmekten o kadar utanıyorlarmış ki, kimsenin yüzüne bakamıyorlarmış.

Prag_Dilenci

Prag_Ungelt

O yorgunluğun üzerine, otelden aldığımız tavsiye ile otele çok yakın bir yerdeki "Ungelt" isimli jazz bara gittik. Gecenin 11 olmuştu ve programın bitmesine 1 saat kalmıştı. Gülçin kapıdaki adamla fazla paramız yok, çok da az kalmış diye pazarlık ederken ben ortak cüzdandaki tüm parayı ortaya çıkarıp, sayıp verdim adama. Duruma uyandığımda biraz geç olmuştu. Ungelt'de Asian Springs isimli bir grup çıkıyormuş cumartesi geceleri ve gerçekten çok iyi müzik yapıyorlardı. Kıza bayıldık. Ayakta uyuyorduk ancak o kadar keyifli bir blues ziyafeti vardı ki, bitene kadar kalkıp gidemedik.
Prag_KarlovyVary_0Karlovy Vary (Karl'ın Banyosu) Prag'daki son tam günümüz. Bize mutlaka Karlovy Vary'yi görün dediler. Cumhuriyet Meydanına gidip, metro ile otobüs garına gittik. Her yarım saatte bir Karlovy Vary'ye otobüs var ancak ilk otobüse yer bulamayınca biraz beklemek zorunda kaldık. Çoğu arpa ekilmiş tarlalarle çevrili yol 2 saatten fazla sürdü.

Karlovy Vary'ye indiğimizde suratsız bir turist information görevlisinden yol tarifi almaya çalıştık. Neyseki çok aramadan yolu bulduk. İlerledikçe sokaklar ve binalar güzelleşmeye başladı.

Bu arada çok acıkmıştık. Manzarası güzel görünen bir restauranta oturduk. Çok tuhaf bir garson vardı. Dediklerimizi doğru düzgün dinlemedi veya duymadı. Servis için geldiğinde tekrar edince gidip gelmekten bacağım ağrıdı dedi. Şok geçirdik. Ah memleketim, memleketim dememize yol açan ikinci olaydı bu. Arıların etrafta fazlaca dolaşması da keyfimizi kaçırınca hızla yemeğimizi yedik ve bu sevimli kenti dolaşmaya başladık.

Atatürk'ün burayı gördükten sonra Yalova'ya kaplıca yaptırdığı söylenir. Kaplıcalarını bilemeyeğim ama şehrin sokakları ve mimarisi çok güzeldi. Şansımıza hava da harikaydı.Karlovy Vary'den birkaç kare :

Prag_Biz_Golgeler

Prag_KarlovyVary_3

Prag_KarlovyVary2

Prag_KarlovyVary1

Prag_KarlovyVary


Otobüs garına iner inmez, mutlaka gidin tavsiyesi aldığımız gözetleme kulesine nasıl gidileceğini öğrendik. Tramway'la gidilebileceğini öğrenince sevinmedik değil. 22 nolu tramwaya binebilecektik.



Prag_Tramway22

22 nolu tramwayın güzergahının çok güzel olduğunu duymuştuk ancak dolaşmaya vaktimiz olmadı. Biz de 1-2 durak için bile olsa Petrin kulesine giderken 22 nolu tramwayı bekledik ve binmeyi başardık.

Prag_Tramway22Manzara

Meşhur tramway, nehrin üzerinden geçerken çekilmiş bir fotoğraf. Karşıda Charles Köprüsü görünüyor. Nehri geçer geçmez inip, finiküler ile devam edeceğiz.

Prag_Penryn_Finukiler

Finikülerin şoför maali.

Bizi uzun bir yokuş çıkmaktan kurtaracak. Vakit ve yeterli enerji varsa yürünebiliyormuş da ancak kulenin 299 basamaklı merdivenini çıkabilmek için bolca enerji gerektiğinden çok tavsiye edilmiyor.

Prag_Penryn

İşte Petrin (Gözlem) kulesi. Eyfel kulesi örnek olarak yapılmış bu kulenin altında minicik başka bir müze de var. Zamane oyuncağı sandığım scooter'ı müzede görünce şaşırmadım değil.

Petrin kulesinden Prag.

Prag_Penrynden_Manzara3

Prag_Penrynden_Manzara2

Prag_Penrynden_Manzara

Prag_PenryndenManzara

Kuleden ayrıldıktan sonra Old Town'a geri döndük. Daha hediyelik eşya bakacaktık ve şimdiden akşam olmuştu. Yemek ile vakit kaybetmemek için yolda gördüğümüz bir markete uğrayıp sandaviç ve bira aldık. Yorgunluktan bir apartmanın merdivenlerine çöküp karnımızı doyurduk. Çok lezzetli ve keyifli bir yemekti. Yöresel yemek yiyeceğiz diye bu sandaviç olayını gözardı etmemize hayıflandık.

Gece dükkanlar kapanana kadar dolaştık ve hediyelik birşeyler aldık. Hatta 3 kız, "3 Bad Girls at Prag" yazan bir kupa gördük. Üçümüz de atladık üzerine hemen.

Dükkanların kapanış saati var ve içeride müşteri olması da umurlarında değil. Kapanış saati yaklaştığında uyarıyorlar ve dükkan kapanmadan alışverişi bitirmeye çalışıyorsunuz.

Gece hafif birşeyler atıştırmak ve son kez meydanın tadını çıkarmak için biryerde oturmak istedik. Ancak mutfaklar kapandığı için yiyecek birşey bulamadık. Bari birşeyler içelim derken, zaman geçti ve kapanış saatine az kaldığı için oturacak bir yer de bulamadık. Otele dönerken, otelin önündeki, hint usülü dekore edilmiş yerin açık olduğunu farkettik. Gerçekten de Hintlilerin işlettiği bir mekanmış burası. Kibarca buyur ettiler bizi. Özden Virgin Mojito istedi. Mutfak kapandığı için yapamayacaklarını ama hazır istediğimiz birşey varsa servis yapabileceklerini söylediler. Biz de oturup birşeyler içecek yer bulmanın keyfiyle bira ve soda söyledik. Sonra içeriden havan sesleri gelmeye başladı ve acaba mojito mu yapıyorlar derken, adamcağız elinde mojito ile geldi ve sizin güzel gülümseniz için yaptım bunu dedi. Bize yoğurt vermeyen ve bacağı ağrıyan garsonlara alışmaya başlamışken, bu güzel jest bizi çok mutlu etti. Prag'daki son gecemizi, bu güzel mekanda, güzel sohbetlerle ve şiirlerle geçirdik. Özden'in yakın zaman önce bir şiir dinletisinde okuduğu Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiirini okuması, bu muhteşem geceyi unutulmaz yaptı.



Daha sonra Özden bu şiiri, fonda çalan müziğin eşiliğinde bizim için tekrar okudu,bu sefer kaydettik.





İşte Özden'in sesinden "Mendilimde Kan Sesleri"

Sokakları arşınladığımız bir gün, uzunca bir süre Kafka'nın müzesini aradık oysa burnumuzun dibindeymiş. Hemen Old Town meydanındaymış. Ancak gittiğimizde hiçbirşey bulamadık. Ev/müze kapı-duvar. Kısacası biz gittik, Kafka'yı evde bulamadık. Sadece duvara asılmış küçük bir büst.


Prag_Kafka

Prag_Kukla1 Prag_Kukla2

Prag, kristalleriyle olduğu kadar kuklalarıyla da ünlü. O kadar Prag'ı dolaşıp, ne bir kristal, ne de bir kukla almadan geldik. Kristallerden alınabilecek çok güzel şeyler vardı ancak uçaktan valizlerin nasıl boşaltıldığını gördüğümüz için almaya hiç niyetlenmedik bile.



Herkesin mutlaka gidin dediği Yahudi Mezarlığının önünden bir gece vakti, ve tırsarak geçtik. Ne kadar bol ziyaret edilen bir yerde olsa sonuçta mezarlık, insan ister istemez korkuyor. Yahudi mahallesini de ünlü markaların mağazalarının bolluğundan herhalde Nişantaşı'na benzettik.

Keşke birgün daha olsaydı veya uçak saatleri daha iyi olsaydı da bu masal şehrin biraz daha tadını çıkarabilseydik.
MENDİLİMDE KAN SESLERİ



Her yere yetişir

Hiçbir şeye geç kalınmaz



Çocuğum beni bağışla

Ahmet Abi sen de bağışla.



Boynu bükük duruyorsam eğer

içimden böyle geldiği için değil

Ama hiç değil

Ah güzel Ahmet Abim benim

insan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine

Konyanın beyaz

Antepin kırmızı düzlüğüne benzer

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları

Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına

Öylesine benzer ki

Ve avlularına

(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)

Ve sözlerine

(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)

Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer

Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne

Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına

Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına

Minibüslerine, gecekondularına

Hasretine, yalanına benzer

Anısı ıssızlıktır

Acısı bilincidir

Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan

Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir

Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.

Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden

Dirseğin iskemleye dayalı

-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --

Cigara paketinde yazılar resimler

Resimler: cezaevleri

Resimler: özlem

Resimler: eskidenleri

Ve bir kaşın yukarı kalkık

Sevmen acele

Dostluğun çabuk

Bakıyorum da şimdi

O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.



Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi

Biz eskiden seninle

istasyonları dolaşırdık bir bir

O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar

Nazilli kokardı

Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası

Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında

Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen

Kadının ütülü patiskalardan bir teni

Upuzun boynu

Kirpikleri

Ve sana Ahmet Abi

uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki

Sofranı kurardı

Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı

Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi

Çocuklar doğururdu

Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi

O çocuklar büyüyecek

O çocuklar büyüyecek

O çocuklar...

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi

Umudu dürt

Umutsuzluğu yatıştır

Diyeceğim şu ki

Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler

Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi

Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse

Çocuklar, kadınlar, erkekler

Trenler tıklım tıklım

Trenler cepheye giden trenler gibi

İşçiler

Almanya yolcusu işçiler

Kadınlar

Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi

Ellerinde bavullar, fileler

Kolonyalar, su şişeleri, paketler

Onlar ki, hepsi

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler

Ah güzel Ahmet Abim benim

Gördün mü bak

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

işte o kadar.



Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri.

edip cansever



Kısa kısa:

En iyi oranda döviz bozdurmak için: Charles köprüsüne giden yoldaki hediyelik eşya mağazaları

En güzel manzara : Petrin Kulesi

En güzel bira : Stranomen ve Pilsener

Nerelere gitmeli : Old Town Meydanı ve astrolojik saat, Charles köprüsü, Kale, Petrin Kulesi, Karlovy Vary

En ucuz yemek : Marketlerde satılan sandaviçler. Çok da lezzetliler.

29 Ocak 2010 Cuma

Fibonacci sayılarını kullanarak km ve mil çevrimi yapmak.

Firefox'un Stumble Upon isimli çok sevdiğim bir add-on'u vardır.   Stumble upon'ı kullanacıları sevdikleri sayfaları işaretlerler, Stumble da o sayfalardan, ilgilendiğin kategorilerde önerilerde bulunur.

Her hafta da bana sayfa önerilerini email ile gönder diye bir tanımlama yapmıştım. Burada gelen  bir blog yazısını çok hoşuma gitti.  Fibonacci sayılarını kullanarak km ve mil çevrimi yapılabileceğini söylüyor yazar.

 

İşte birkaç örnek

Birbirini takip eden 2 Fibonacci sayısı al. Küçük olan mil, büyük olan km'dir diyor. Örneğin 5 and 8.  5 mil 8 km'miymiş.

Eğer fibonacci sayısı olmayan bir sayıyı çevirme ihtiyacın olursa, çevirmek istediğin sayıyı fibonacci sayılarının toplamı  olarak ifade et, sonra da her bir sayının bir sonraki (km'ye çevirmek için) veya bir önceki (mile çevirmek için)  al ve topla  diyor.

Örneğin 100 mil kaç km dir?  100 sayısı, fibonacci sayıları olarak  89 + 8 + 3 olarak elde edilebilir. Her bir sayının bir sonraki fibonacci sayısını bulalım. 89'un ki 144, 8',in 13 ve 3'ün 5.  Cevap = 144 + 13 + 5 = 162 çıkar. Aslında 100 mil, 160.9344 km dir ve çok az bir farkla buna ulaşabilirsiniz.

Blog yazısını aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz.

http://www.catonmat.net/blog/using-fibonacci-numbers-to-convert-from-miles-to-kilometers/

 

Not:

Tabii ki bu çevrimi yapmanın çok daha kolay yolları var.   Google'da "100 miles in km" yazmak gibi.

7 Ocak 2010 Perşembe

Decision Making : How do we decide?

How do we decide? How does our mind work when considering a decision? Do biases, guts and emotions influence our decisions or is it only an analytical process? 
Decision making is not an executive’s job. We always make decision consciously or unconsciously, we choose what we eat, what we wear but these decisions usually are not vital but a doctor’s inappropriate decision may kill the patient or a great decision like Apple’s iTunes can extricate a firm from bankrupt.
Thomas Davenport emphasizes quantitative, data-based and analytic decision making in “Making Better Decisions” article. But he does not claim that automated decision systems should be used to replace human decision makers. Decision approaches such as analytical, neuroscience (with using motional brain) and intuition (gut and experience) cannot fit in all situations, appropriate approaches should be used together.
Alden Hayashi mention about a research of  Antonio R. Damasio, a leading neuroscientist, about people who have suffered brain damage in their prefrontal cortices, where secondary emotions such as sorrow are processed.  Such patients retain normal function in many respects-their language and motor skills, attention, memory, intelligence-but they have trouble experiencing certain emotions. But they do not make even very simple decisions.  Damasio says  “our emotions and feelings play a crucial role by helping us filter various possibilities quickly, even though our conscious mind might not be aware of the screening. “
Executives solve complex problems that could not be solved by analytically and logically, with intuition approach.  But how this intuition comes from?  According to Herbert Simon, when we use our gut, we're drawing on rules and patterns that we can't quite articulate.   Simon found that grand masters of chess are able to recognize and recall perhaps 50,000 significant patterns of  the  astronomical number of ways in which the various pieces can be arranged on a board. "Experts see patterns that elicit from memory the things they know about such situations," says Simon. Henry Mintzberg, professor of management at McGill University and a longtime proponent of intuitive decision making, says the sense of revelation at the obvious occurs when your conscious mind finally learns something that your subconscious mind had already known.
We can develop decision making process with defining the alternatives, collecting the right and adequate information and notice Davenport’s recommendation : “ Smart organizations can help their managers improve decision making in four steps: by identifying and prioritizing the decisions that must be made; examining the factors involved in each; designing roles, processes, systems, and behavior to improve decisions; and institutionalizing the new approach through training, refined data analysis, and outcome assessment.  Therefore,   it is critical to balance and augment logical / analytic perspectives with human intuition and judgment.
Paul Arden point out that everyone make sensible decisions, to make difference, he encourages readers to make bad and wrong decisions while thinking illogically in his book “Whatever you think, think the opposite”.  Do all bad decisions yield better results? No, the way of our mind works leads our decisions and there are many traps that we could not recognize easily. When considering a decision, the mind gives disproportionate weight to the first information it receives. This trap is called anchoring trap. There is another trap is sunk cost (also known as gambler’s syndrome) which people continue to fail because of . We can fail to see, seek, share and use information as well. Briefly, various traits of human nature can easily cloud our decision making.
 The key point is the awareness. We can reduce the undesirable impact of human being with awareness. Bazerman and Chugh say “Most people fail to bring the right information into their conscious awareness at the right time  in the article, “Decisions without blinders”.  They mention about bounded awareness with the pathetic results of  Vioxx case. They recommend some techniques  to decrease  bounded awareness.  The recommendations  are very similar with the Hammand’s and Keeney’s suggestions in the article “Hidden Traps in Decision Making” and  Hayashi’s in the article “When To Trust Your Gut”.
They all agree with these approaches:
·         Always view a problem from different perspectives.
·         Be open-minded
·         Be aware of biases
·         Examine all the evidence with equal weight
·         Play devil’s advocate, to argue against the decision you’re contemplating and devil’s inquisitor to look for evidence against bounded awareness.

To make difference and make effective and right decisions we should use our emotions, feelings, guts and biases. Our goal should be to find the best decision for current circumstances in an appropriate time without choosing the way just because it is easy like status quo. The only point is to attend the awareness of the dangers of biases and guts.   



Articles:
·         The Hidden Traps In Decision Making, Hammond Js, Keeney Rl, Raiffa H, Harvard Business Review, Volume: 84,Issue: 1, Pages: 118-+,Jan 2006
·         Make Better Decisions. Davenport, Thomas H.Harvard Business Review (0017-8012) Nov2009. Vol.87,Iss.11;p.117
·         When to Trust Your Gut, Hayashi, Alden M.; Hayashi, Alden M. Harvard Business Review (0017-8012) 2/1/2001. Vol.79,Iss.2;p.59-65
·         Decisions Without Blinders. Bazerman, Max H.; Chugh, Dolly; Bazerman, Max H. Harvard Business Review (0017-8012) 1/1/2006. Vol.84,Iss.1;p.88-97