16 Ağustos 2010 Pazartesi
Mavi Pide - Marmaris
Sadece lezzeti ile değil fiyatları ile de şaşırtıyor Mavi Pide. Tek porsiyon pide fiyatları 6.50 ile 7.50 TL arasında değişiyor.
Yediğimiz 1'er porsiyon pidelerin üzerine 5 kişi bölüştüğümüz tahinli pidesi ise muhteşemdi. Mutlaka tadını bakın.
Web sitesi : http://mavipide.com/
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Outliers
Başarılı insanların farklı bakış açıları olan, zeki ve inovatif insanlar olduğunu ve sadece kişisel özelliklerinin ve belki biraz şansın yeterli olduğunu düşünürdüm. Ancak kitaptaki “Ormandaki en uzun meşe, sadece en sert palamuttan yetiştiği için en uzun meşe olmamıştır; diğer ağaçlar onun aldığı güneş ışığını kesmediği, çevresindeki toprak derin ve zengin olduğu, fidanken hiçbir tavşan onun kabuğunu kemirmediği ve hiçbir oduncu onu vakti gelmeden kesmediği için de en uzun meşe o olmuştur.” cümlesi ile başlayan ve örneklerle zenginleştirilen kitap , başarının nedenlerine bakış açımı sorgulamama neden oldu. Outliers, kısaca “başarı bireysel birşey değildir, dış etkenlerin kontrol ettiği bir şeydir diyen bir kitap. Gerçekten öyle mi acaba?
Başarılı insanların, koşullara uygun zamanda doğan şanslı insanlar olduğunu anlatıyor ilk bölümde. Başarılı hokey oyuncularının yılın ilk aylarında doğan kişilerden oluşmasının nedeni, seçmelerin yıl başlarında yapılması nedeniyle, ocak ayında doğan bir sporcunun, kasım da doğan bir sporcuya göre 1 yıl daha fazla antreman yapmış olması. Ayrıca Bill Gates’in, Steve Jobs’un, ve Joe Flom’un başarılı olmalarının en büyük nedeninin tam zamanında doğmuş olmaları olduğunu savunuyor. Başarılı yazılımcıların 1950’lerde doğması gerektiği gibi.
Gladwell, başarının bir değer kuralından, en az 10.000 saatlik çalışma kuralından bahsediyor. Başarının 10.000 saat çalıştıktan sonra geldiğini ifade ediyor. . Beatles’ı Beatles yapanın henüz lise Hamburg’dan sergiledikleri günde 5-8 saatlik performans ve uzun çalışmalarıdır diyor. Mozart’ın da asıl iyi eserlerinin çocuk yaşlarında yazdıkları, değil, gençlik zamanında besteledikleri eserler olduğu iddiası da ilginç.John Lenon, verdiği bir röportajda, Hamburg’da bu kadar uzun süre çalmanın farklı birşeyler yapmaları gerektirdiğini, deneyimlerini ve dolayısıyla da özgüvenlerini arttırdığından bahsetmiş.Ünlü olana kadar 1200 canlı performans yapmış olan Beatles, birçok grubun müzik hayatları boyunca yapmadıkları kadar performans sergilemiş. Gerçekten de Hamburg olmasaydı Beatles olmayacaktı, peki Lenon ve arkadaşları, bu kadar uzun saatler boyunca çalmak için kendilerini motive etmeselerdi bu kadar iyi olabilirler miydi? Ne aldıkları para, ne de dinleyici kitlesi onları motive etmek için yeterli değildi. Bence onları başarıya ulaştıran şey, Hamburg teklifini kabul etmeleri, 10.000 saat çalışacak kadar azimli olmaları ve pes etmemeleriydi.
Bill Gates, gerçekten de tam zamanında doğmuş, okulda bilgisayar kullanma şansı varmış, Washington üniversitesine yakın oturuyorlarmış ve üniversitenin bilgisayarı saat 3 ve 6 arasının boş olması da bir fırsattı diyor Gladwell. Bu etkenlerin, Gates’in bir yazılım devi olmasındaki etkisi kesinlikle küçümsenemez. Bill Gates, 20 yıl önce doğsa veya hiç bilgisayar ile tanışmasa veya Xerox’un vizyonu daha iyi olsa ve geliştirdikleri pc yi ve işletim sistemini sahiplense, Bill Gates çok farklı noktalarda olabilirdi. Bir yazılım devinin kurucusu olmazdı belki a yine de bir outlier olurdu. Bill Gates, başarısını, fırsatları iyi değerlendirmesine, geceleri 3-6 arası uykusundan vazgeçecek kadar yaptığı şeyi sevmesine, otonomisine, meraklı olmasına, girşimcilik ruhuna ve sabretmesine borçlu. Öyle olmasaydı, Bill Gates’in en az onun kadar zeki olan, benzer fırsatlara sahip olan tüm arkadaşları onun kadar başarılı olurlardı.
Eşik etkisi de ilginç bir bakış açısı. IQ nun 130 ile 180 arasında olmasıyla, basketbol oyuncusu olmak için boyunun 205 ile 215 arasında olması arasında çok fazla fark yoktur diyor Gladwell. Başarılı olmak için yeteri kadar IQ’ya sahip olmak yeterli. Sternberg’e göre pratik zeka başarıda çok büyük etki sağlıyor. Hatta pratik zeka ve yaratıcılık, IQ’dan daha da önemli olabilir. Pratik zeka, kime ne söyleyeceğini, bunu ne zaman söyleyeceğini ve maximum etki için nasıl söyleyeceğini bilmek demek. Yaratıcılık da başaırılı olmak için pratik zeka kadar önemli bir etken. Christopher Langan buna ilginç bir örnek. Çok küçük yaşlarda kuramsal fizik okuyan ve Principia Mathematica ile başa çıkan Langan, basit bir kağıdı imzalatmayı atladığı için bursu kesiliyor, tüm öğrencilerin rahatlıkta yaptığı ders saati değişikliklerini yapamıyor. Tanınması ise, akademik çalışmalarıyla değil, Kim 500 Milyar ister tarzında bir yarışma da zirvedeyken bırakmasıyla oluyor. 195 IQ’lu birinin, ders saatlerini değiştirememesi çok ilginç geliyor insansa. IQ’su bu küçücük soruna bir çözüm bulmak için yeterli gelmiyor , pratik zeka gerekiyor veya bu tarz küçük şeylerle uğraşmak istemediği için üzerinde çözüm yolu aramaya çalışmamış da olabilir. Kısacası sadece IQ, başarıyı getimeyebiliyor.
Terman’ın, “Genetic Studies of Genius” isimli çalışması da bunu kanıtlar nitelikte. Yüksek IQ’lu bir grup öğrenciyi (bunlara Termitler deniyor) yıllarca inceleyen Terman, düşündüğünün aksine, IQ ları 140 – 200 arasında olan 1500 e yakın çocuğunun çok azının ülke çapında tanınır kişiler olmasıyla hayal kırıklığına uğruyor. Araştırmanın sonunda IQ ve başarının aynı şey olmadığı kanıtlanıyor.
Kitapda zengin ailelerin çocuklarını yetiştirirken kendilerini daha fazla güven duyacakları şekilde yetiştirdiklerini, ek eğitimler ile de 10.000 saati doldurmalarına yardımcı olduklarını, bu nedenle aynı IQ’lara sahip zengin ve fakir aile çocuklarından, zengin olanların ileride daha başarılı olduğunu savunuyor. Büyüdüğümüz ortam mutlaka karakterimizi ve davranışlarımı etkiliyor, güven aşılayıcı bir yetiştirme tarzı ve bulunulan sosyal sınıf da pratik zekanın gelişmesinde yardımcı olmuş olabilir. Okuduğum bir kitapta, iyi yöneticilerin genelde kalabalık ailelerden geldiği ve kardeşlerine istediklerini yaptırabilmek için onları ikna etmeleri gerektiği için tüm hayatları boyunca yöneticilik deneyimi kazandıkları da söyleniyor. Ancak zengin aile çocuklarının daha başarılı olmasının en önemli nedeninin büyüdükleri ortam olduğunu düşünmüyorum. Bu çocuklar, fakir ailelerin çocuklarına göre daha fazla risk alabilecek şartlarda büyüyorlar. Girişimcilik de risk almaktan geçiyor. Oysa fakir çocukların riske atabilecekleri 1$’ları bile olmayabiliyor.
Kitap’da Louis isimli, portekizli bir göçmenin ve eşi Regina’nın inanılmaz bir çaba ile dikip sattıkları çocuk önlükleriyle nasıl başarıya ulaştıklarından bahsediyor. Burada iş tatmini olması için 3 özellikten bahsediliyor. Otonomi, karmaşıklık ve çaba ile ödül arasındaki ilişki. Bu üç kriteri sağlayan iş anlamlıdır diyor yazar. Ben bu özelliklere birkaç ekleme daha yapmak istiyorum. İş tatminini sağlayan kriterlerden biri de yeni şeyler öğrenmek, yerinde saymamak ve yapılan işin işe yaradığını hissetmek. Bill Gates’i, Steve Jobs’u, Janklow’u ve Beatles’ı başarıya kavuşturan şey yaptıkları işin anlamlı olmasıydı. Bu sebeple çalışmaktan yılmadılar ve çabalarının sonucunu gördüler. Joe Flom, tam zamanında doğmuş musevi bir avukat. Mezun olduktan sonra ünlü avukatlık bürolarında iş bulamadığı için mecburen kendi işini kuruyor ve o zamanlar kimsenin almak istemediği şirket satın alma davaları ile ilgilenmek zorunda kalıyorlar. Zamanla bu tarz davalar artınca, Flom ve avukatlarının bu konuda yeteri kadar tecrübesi ve ünü olmuş oluyor. İşte doğru zamanda, doğru yerde doğmuş, çalışmaktan yılmamış, daha sonra şansı yaver gittiği için uğraştığı davaların sayısının artmasıyla ün kazanmış biri daha. Aklıma Türkiye’deki kamu kuruluşları geldi. Bu kurumlarda işlerin yavaş ve sıkıntılu işlemesinin nedeni sadece mevzuatlar değil, çalışanların anlamlı bir iş yaptıklarını düşünmemeleri olabilir.
Tekstil ve market işiyle uğraşan kişilerin iyi para kazanmaya başladıkları, çocuklarının mali durumlarının babalarına göre daha iyi olduğunu, onların çocuklarının ise doktor ve avukat gibi eğitimli profesyoneller olduklarından bahsediyor. Çabanın sonucunu alacağını gören çocuklar neden baba mesleklerini devam ettirmek istemiyorlar acaba? Benim yaptığım gibi, ticaret ile uğraşmanın ne kadar zor ve stresli olduğunun farkına vardıkları ve 24 saat işleriyle yaşamak istemedikleri için olabilir mi?
Kitap’ın büyük bir kısmında kültürün etkilerine yer verilmiş.Uçak kazaları ile ilgili yapılan ciddi bir araştırma da, Kore havayollarının yaptığı uçak kazalarının neden olduğu araştırılmış. Kazaların, yakıtın bitmesi gibi basit nedenlerden kaynaklanması da en az konunun anlatımı kadar ilginç. Tabii ki yardımcı pilotlar yakıt sıkıntısı olduğunun farkındalarmış ancak kaptan pilota ve kule görevlilerine sakin ve yumuşatılmış tarzda ve sadece bir kez söylenmiş olan yakıt problemi, kule görevlisi tarafından bir sorun olarak algılanmamış. Uçak kazalarının nedenini dil bilimciler, Kore kültüründe ve dil yapısında olan, otoriteye karşı gelme durumunda sorunlu durumları bile yumuşatarak söylemek olduğunu tespit etmişler. Bunun üzerine, Kore havayolları,pilot eğitimlerini bu kültürel özelliklerinin üstesinden gelecek şekilde değiştirmiş. Kültürün ve dilin etkilerinin bu kadar kritik anlarda bile ağır basması gerçekten çok ilginç.
Uzak doğuluların, matematikteki başarısının dilin özelliklerinden ve rakamların hızlı ve birbirleriyle ilişkili olarak söylenmesinden kaynaklandığını ifade ediyor. Ayrıca pirinç tarlalarında harcanan emeğin, yapılan titiz ve düzenli çalışmanın da uzak doğulu insanlara disiplin ve sabır özellikleri verdiğini, çaba ile sonuç arasındaki ilişkiyi kurduklarını bu nedenle de daha çok çalıştıklarını söylüyor.
Berkeley’deki bir matematik profesörü olan Schoenfield, verdiği ders de öğrencilerin eski alışkanlıklarını değiştirerek ve problem çözme yeteneklerini geliştirmeyi amaçlıyor. Onun matematikte başarı tanımı ise oldukça ilginç. Başarılı olmayı bir yeteneğe değil, yeteri kadar çaba gösterecek kadar inatçı olunacak bir davranışa bağlıyor. Aslında bu herşey için öyle değil mi? Mutlaka yeteneğin faydası var, bazı kişiler bazı şeyleri daha kolay yapabiliyorlar ancak insan istedikten ve yeteri kadar çaba gösterdikten sonra herşeyi yapabilir. Burada asıl kritik olan pes etmemek ve inatla devam etmek.
Uzak doğululuların matematikte iyi olmaları, eğitim sistemlerinden de kaynaklanıyor olabilir. Japonya ile ilgili bir belgesel seyretmiştim. Sabahın erken saatlerinden, geç saatlerine kadar devam eden eğitimden ve bu eğitim üzerine gün sonunda verilen ödevlerden bahsediyordu. 3 farklı alfabesi ve binin üzerinde harfi / kelimesi olan bir dili öğretmek için bu kadar uzun zaman gerekiyor olması da normal olabilir. Belki de bu eğitim sistemi, uzak doğululara çalışma disiplinini / alışkanlığı kazandırmıştır ve matematik yetenekleri de bu nedenle daha gelişmiş olabilir. Uzak doğuluların, belirsizliklerle, batılılara göre daha kolay başa çıktıkları biliniyor. Bu beceri de, çeltik ve bambu tarlarında çalışmanın bir sonucu olabilir mi, yoksa eğitim sisteminin getirdiği bir avantaj mı?
Kültürün etkileri insanlar üzerinde bu kadar etkili ise, KIPP okullarının yaptığı gibi neden bu etkiler avantaja çevrilmek üzere daha fazla çalışılmıyor? Konu hakkında yeterli araştırma mı yok, yoksa kültürün etkisinin bu kadar yoğun olduğunun farkında mı değiliz? Ülkemizde sıkıcı matematik dersleriyle ve uzun tatillerle eğitim görüyoruz. Gençlerden gördüğüm kadarıyla, gittikçe daha da kötüleşen bir eğitim sistemiyle başbaşayız. Beyin gücünün ve iletişim kurmanın önemli olduğu ve insanların vücutlarından çok beyinleriyle çalıştıkları bir çağda, iletişim problemleri yaşayan, herhangi bir konu üzerinde düşünüp yorum yapamayan, a-sosyal, test çocukları, ezberlemeyi öğrenerek büyüyorlar.
Her zaman yaz tatillerinin gereğinden fazla uzun olduğunu düşünmüşümdür. Bu kadar uzun tatiller olmasa, eğitim tüm okullarda tam gün olsa , matematiği daha zevkli bir şekilde öğretmek için yollar aransa, öğrencilere sadece test çözmek değil, kendilerini ifade etmeleri öğretilse, daha başarılı kişiler, daha fazla outlier’lar ile karşılaşabilir miyiz bilemiyorum.
Küreselleşmenin artmasının ve iletişimin de globalleşmesinin, kültürleri de küreselleştirdiğini düşünüyorum. Birbirimize benzemeye başlıyoruz artık. Çok uzun sürmeyecek bir zaman sonunda kültür farklılıkları gittikçe azalacak, geçmiş alışkanlıklarımızdaki ve kültürlerimizdeki sivri noktolar törpülenecek. Belki zamanla, iyi (belki de kolay) tarafları seçilmiş, kötü tarafları elimine edilmiş bir dünya kültürüne sahip olacağız. Bunun iyi mi, kötü mü olacağı başka bir tartışma konusu ancak kültür farklılıkları her geçen gün daha da azalacak gibi görünüyor.
Kısacası, çizginin dışında bir başarı elde etmek için, kişisel özelliklerden çok aile, çevre, şans ve kültürün rol oynadığı anlatılıyor kitapta ve bunu kanıtlayacak örnekler de verilmiş. Birçok konuda Gladwell’e katılsam da, sadece bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. O zaman tüm kardeşler, benzer koşullarda yaşayan insanlar, aynı şekilde başarılı olmazlar mıydı? Bir taraftan da başarılı olan kişilerin de genelde aynı yerlerden çıkıyor olması düşündürüyor. Neden Güney Afrika ülkelerinden, Türkiye’den, İran’dan daha çok sayıda başarılı insan çıkmıyor? Kültür mü, eğitim sisteminin sorunları mı başarıyı engelliyor?
30 Nisan 2010 Cuma
Değişik Bir Pazarlama Taktiği
Brezilyalı giyim markası Marisa yeni iç giyim koleksiyonunu sergileyeceği concept mağazasını tanıtmak için yaratıcı bir pazarlama yöntemi kullanmış.
Tadilattaki mağazanın bariyerleri konulan bir gözetleme deliğinden, mağazada yapılan tadilat çalışmalarını izleyebiliyorsunuz. Asıl ilginç olan ise mağazada çalışanların yeni koleksiyon ürünlerini giymiş mankenler olmaları.
Dünya mutfağından değişik tarifler
http://www.madeinkitchen.tv/
İşte Limonlu, Kremalı Spagetti Tarifi :
Köprünün altında kalacak Garipçe…
http://birsentuncyazar.blogspot.com/2008/04/garipcede-kahvalt.html
Tadına doyamadığım, İstanbul'un içindeki şirin karadeniz köyünün 3. köprü nedeniyle yok olacağını öğrendim biraz önce.
İşte bu kötü haber.
İstanbul’da üçüncü köprü tartışmaları uzun süredir devam ediyor. Hangi gerekçe ve hangi somut fayda için yapılacağı tamamen belirsiz olan üçüncü köprü ve Kuzey Marmara otoyolunun geçiş güzergahı için seçilen nokta Avrupa yakasında Sarıyer’deki Garipçe köyü, Asya yakasında ise Poyrazköy oldu. Avrupa yakasında kalan son ormanlık arazilerin de yok edilmesi anlamına gelecek olan otoyol ve köprü aynı zamanda İstanbul’da kalan gerçek anlamdaki son balıkçı köylerinden biri olan Garipçe’yi de büyük ölçüde değiştirecek. HaberVs muhabiri Dila Özsoy, İstanbul’da kalan son huzurlu mekanlardan biri olan Garipçe Köyü’ne gitti, Garipçe’nin benzersiz ortamını, insanlarını, doğasını ve tarihini yazdı.
Habervesaire'de haberin tümünü okumak için tıklayınız.
25 Nisan 2010 Pazar
Kitap Özetleri için www.ozetkitap.com
Ege Üniversitesi - İletişim Fakültesi öğrencilerinin hazırladığı bu sitede okumaktan çok keyif aldığım birkaç kitabın özetini ve okumak isteyip de bir türlü fırsatını bulamadığım birkaç kitabın özetini görünce çok mutlu oldum.
Çok özenli ve emek harcanmış bir çalışmanın sonunda ortaya çıkmış bir site olduğu anlaşılıyor. Umarım Ege'li öğrencilerin dilekleri gerçek olur ve daha çok okumayı alışkanlık haline getiririz.
Özeti hazırlanmış birkaç kitap :
- Blink
- Tüfek, Mikrop ve Çelik
- Ruhsal Makineler Çağı
- Gün Batımı
Okumuyoruz.
Tüm iyi niyetimize rağmen; lisan sorunu, zaman sorunu, orijinal kitabı temin güçlüğü, çok fazla sayfa adedi, televizyondan vakit kalmaması, tembellik. Sebep ne olursa olsun, YETERİNCE OKUMUYORUZ
Bu milli ve önemli sorunun bir nebze hafifletilmesi amacı ile 10 yıl önce bir karar verdik, okuduğumuz kitaplar içerisinde ülkemizin bugünü ve/veya geleceği için yararlı gördüklerimizi özet ile tercüme ederek paylaşmak.
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğrencilerine ücretsiz olarak dağıtılan kitap özetleri bu sitede tüm öğrencilerin ve öğrenmek isteyenlerin faydalanmasına sunulmaktadır. Herhangi bir maddi menfaat beklenmeksizin gerçekleştirilen bu hizmetin tek nedeni, ülkemizde okuma alışkanlığının eğitim ve öğretim yıllarında kazanılmasını sağlamaktır.
Rastlantı sonucu veya bilinçli olarak bu siteye ulaştıysanız , ne mutlu bize... Okumayı seven dostlarınıza ve yakın çevrenize tavsiye ederseniz daha da mutlu oluruz.
22 Nisan 2010 Perşembe
Dönerci Ali Usta
3 katlı mekan her gidişimde tık tıklım oluyor. Bu kadar döner yanyana başka bir yerde bulunur mu bilmiyorum ama bu kadar kalabalık bir yere de ancak yetiyor olmalı.
http://www.donercialiusta.com.tr
İşte nefis bir Ali Usta iskenderi :
Dönerci Ali Usta'yı çok güzel anlatmış bir blog yazısı.
http://merakligezgin.com/donerci-ali-usta
19 Nisan 2010 Pazartesi
Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi - İtalya
Vedat Milor’un yıllar süren araştırmalarını keyifli anılarıyla beraber anlattığı bu kitap, gittiği yerlerin yöresel yemeklerini yemekten hoşlanan, şarapsever her İtalya yolcusunun çantasında olması gerekenlerden.
Vedat Milor
NTV Yayınları
Vedat Milor, 25 yıl süren seyahatleri sırasında tutkuyla âşık olduğu İtalya'yı, Akdeniz usulü yaşam tarzıyla, efsunlu aşklarıyla, büyüleyici tatlarıyla, enfes şaraplarıyla ve elbette anılarıyla harmanlayarak bizlere sunuyor.
Kılavuz kitabınız sayesinde, Toscana'nın en güzel ve aynı zamanda en salaş balık lokantasında lezzetli bir deniz kereviti yiyebilir veya Orcia vadisinde Ortaçağ'dan kalma bir handa, eski pecorino peynirinin yanında yıllanmış bir Brunello şarabı içebilirsiniz. Veya güney İtalya'da sıcacık bir dağ kasabasında kestane ağaçlarının gölgesinde dünyanın en güzel ravioli'sini yerken cennette olduğunuzu hayal edebilirsiniz.
Piemonte'ye giderseniz, Slow Food hareketinin merkezi olan "yoldaş" işi bir lokantada muhteşem bir makarna veya tren istasyonunun yanındaki samimi aile lokantasında çok çok ucuza güzel bir dana eti yiyebilirsiniz. Venedik'te, bir öğlen, Muro'nun şarap barında neşe dolu yöre esnafıyla demlenebilir, akşam romantik bir restoranda enfes deniz ürünlerinin tadını çıkarabilirsiniz.
Kısacası, Milor'un 130 lokanta ve 200'ün üzerinde şarap önerisi ile, İtalya'nın herhangi bir bölgesinde damak tadınıza, bütçenize, ruh halinize en uygun restoranı seçebilir, bu restorandaki en lezzetli yemekleri ve bu yemeklerle en uyumlu şarapları sahici bir Akdenizli gibi gönül rahatlığıyla ısmarlayabilirsiniz.
Vedat Milor lezzet yolculuğuna, NTV "Tadı Damağımda" programı ve Milliyet gazetesi "De-Gusto" isimli köşesinde devam ediyor.
(Tanıtım Bülteninden)
http://www.ntvyayinlari.com/tanim.asp?sid=E2XLTOIBO7DHLIXX60BD
14 Nisan 2010 Çarşamba
SQL Server ve Programlama Yazılarım Taşındı
Oradan ulaşabilirsiniz.
30 Ocak 2010 Cumartesi
Nerde Trak Orda Prag
Herşey Özden'de keyifli bir rakı sofrasında başladı. Nasıl oldu, konu nereden buralara geldi bilemiyorum ama birden kendimizi Prag planları yaparken bulduk.
Heyecanlı geçen uçak, otel ve havalanı-otel transferi ayarlama günlerinden sonra gün geldi çatti. Prag planı yapmadan önce İzmir'de 1 hafta geçirmeyi planlamıştık. Planladığımızdan bir gün önce yola çıktık İzmir'den. Yoldan Gülçin'i aldik, Erdem bizi Sezen Aksu konserine yetiştirdi. 3. Prag yolcumuz Özden ile konserde buluştuk. Prag yolculuğu öncesi Sezen ile eğlendik, duygulandık. Eve döndügümüzde şampanyamız bizi bekliyordu. Gülçin'in MBA derslerini bitirmesini, hayatımda içtiğim en lezzetli şampanyayla kutladık. Şampanyalı pijama partimiz, Erdem'in yatın artık ısrarlarına dayanamadığımız zamana kadar sürdü. Yatmayı başardığımızda neredeyse sabah olmuştu.
Sonunda heyecanlı bekleyiş sona erdi ve havaalanındayız. Biraz erken gelmişiz. Valizlerimizi uçağa verdikten sonra free-shop'u dolaştık. Bir paket küçük tobleron aldık kendimize. Sonra uçağa bindik. Uçak oldukça kalabalıktı. Özden cam kenarına geçti. Yolcuların yerleşmesini beklerken Özden birden bire, "Aşık olmadan evlenmemeye karar verdim" dedi. Ben de sordum, "Neye dayanarak?" Gülçin tüm gezi boyunca bizi güldürmeyi başaracak cevabı yapıştırdı. "Cama dayanarak".
İlk Çek biramizi, Çek havayollarının uçağında içtik. Sıcak, 330 ml'lik teneke kutuda ve çok sert bir biraydi.. Hiç sevmedik.. Ama harika üçgen sandaviçler verdiler. Yolculuk 2,5 saat sürdü. Uçak çok soğuktu ve ben hiç uyuyamadım.. Sonunda uçak havaalanına indi.. Yaklasik 10 dakika görevlilerin valizleri taşıma aracına fırlatmalarını seyrettik.. Kırılacak birşey almamaya, alırsak da aldıklarımızı çok iyi sarmaya karar vermiştik uçaktan indiğimizde.
Bizi otele götürecek sürücüyü gördügümüzde şok geçirdik. Oldukça salaş giyinmiş, kirli sakallı, kaba görünümlü bir adam ağzında sakızla bizi bekliyordu. Karşılaştığımızda ufak bir tartışmamız oldu ve adam bizi arabaya almadı. Açıkcası çok rahatladım. Neyseki havalimaninda bekleyen bir çok taksi vardı ve aynı paraya (22€) bizi otele götürmeyi kabul ettiler.
Otelimiz Old Town'daki Metamorphis oteldi. www.tripadvisor.com da rezervasyon yaptırırken iyi bir otel olduğunu okumuştuk ama bu kadar da iyi bir yer beklemiyorduk. Tynn kilisesinin arkasında, üçyüz yaşında bir bina, çok güzel dekore edilmiş bir oda ve meydana bir dakikalık yürüyüş mesafesinde olduğunu görünce sevinçten havalara uçtuk.
Otel odasındaki avize | Otel | Oda manzarası |
Prag da olduğumuz sürece zamanımızın büyük bir çoğunluğu muhteşem "Old Town" meydanında geçti. Saat başlarında saat kulesinin etrafında toplanan kalabalığa sadece üç kez katılabildik ve ilkinde saat gece 00:00 dı. Saat kulesinde hiç bir hareket de olmadı, ne havariler geçti, ne de horoz öttü, sıradan gong sesi vardı sadece. Her gece yarısında saat kulesi sadece gong sesiyle mi yeni güne başlıyor, yoksa bizim şanssızlığımız mı orasını bilemiyorum. Neyseki daha sonra izleme şansımız oldu. Tabii ki kalabalıktan görebildiğimiz kadarıyla.
Gittiği her yerde inşaat bulmasıyla ünlü arkadaşımız Gülçin, Prag kalesinin girişinde de inşaat bulmayı başardı. Biz de fotoğraflamayı ihmal etmedik tabii ki. Büyüleyici görünümü olan katedralin dışında bir sürü fotoğraf çektik. O kadar büyük ki, tek bir kareye katedaralin tümünü sığdıramadık. Geniş açı bir objektifim olsaydı keşke. Fotoğraf makinanım pilleri gün boyunca çektiğimiz fotoğraflara yetmeyince, içeride en fazla birkaç fotoğraf çekebildim. Bu sayfadan katedralin fotoğraflarına ulaşılabilir.
Kalenin içerisinde, önceden Simyacıların simya malzemeleri sattıkları minik rengarenk evlerin olduğu ve zamanında birkaç ünlünün yaşadığı , şu an hediyelik eşya dükkanlarının olduğu bir sokak var. Giriş bileti, sokağın başındaki büfede satılıyor ancak hediyelik eşya mağazası gezmek için o kadar para vermek işimize gelmediği için girmedik. İyi mi yaptık, kötü mü yaptık bilemiyorum ama bir de oraya girseydik Ulusal Müze'ye hiç yetişemeyecektik. Kaleden çıktıktan sonra ulusal müzeye gitmek için ilk aracımızı kullanarak metroya bindik. Metro yerin kaç yüz metre altında bilemiyorum. Bana çok derindeymiş gelen Taksim Metrosu bile solda sıfır kalır. Kısa sürede New Town'a geldik. Neyseki metro durağı, müzenin yanındaymış da yürüyerek fazla zaman kaybetmedik.
Müzeden çıktıktan sonra direk merdivenlere yığıldık. Kısa oturma molaları dışında 9 saattir yürüyorduk ve açlıktan ölmek üzereydik. Müzede bir saat sonra çok güzel bir konser başlayacaktı ancak midemiz ve yorgunluğumuz konserin cazibesini sıfıra indirmişti. Merdivenlerde oturup, elimizdeki kitaptan gözümüze bir restaurant kestirdik. Müzenin önünde duran ve tek kelime İngilizce bilmeyen görevlilerden ben yol tarifini aldım. (Hala kadının dediklerini nasıl anlayabildiğimi çözebilmiş değilim) Bu arada Özden'in midesi de kötü olmuştu. Restauranta doğru giderken yol üzerinde market gibi birşey bulacağımız ve oradan yoğurt alacağımızı umut ettik ancak markete benzer birşeye rastlayamadık. Yoldaki restaurantlara sormaya başladık. Yoğurt bulduğumuz restaurantda oturup yemek yiyecektik ancak genelde yok cevabı ile karşılaştık. Bir tanesi mutfakta yoğurt var, kahvaltıda servis yapıyoruz ancak menüde yok o yüzden veremem dedi. Şok olduk. Yemek de yiyeceğiz desek de adam vermemekte ısrar etti. Gözünü sevdiğim güzel ülkem, burada bir restaurantda yoğurt isteyeceksin, olmasa bile bulurlar bir yerden. Nerdeee Türk misafirperverliği.
Hiç tahmin etmediğimiz bir yerde, Mc Donalds'da meyveli yoğurt bulduk. Ben Mc Donalds'da yemem diye tutturunca tarifini aldığımız restauranta doğru devam ettik ancak yerinde yeller esiyordu. Sanırım kitap güncel değil veya basıldıktan sonra kapanmış. Hayal kırıklığı ile yemek yiyecek bir yer ararken bir Yunan restaurantı bulduk. Pide, dolma gibi tanıdık şeylerin yanında paella görünce atladık. Gülçin süper paella pişirir tüm paellaların öyle olduğunu sandım herhalde ancak salçalı pirinç lapası görünce şok geçirdik. Paella dan geçtik, pilav olarak bile yenilebilecek durumda değildi. En azından midemizden birşeyler geçmişti. Dönüşte yürüyerek "old town"a dönmeye karar verdik ancak dönüşte bir hediyelik eşya mağazasında Özden'i kaybettik. Telefonumun çalışmayacağı tuttu, Özden'e ulaşamadım. Neyseki sonradan onun mesajı geldi de saat kulesinin önünde tekrar buluştuk.
Karlovy Vary (Karl'ın Banyosu) Prag'daki son tam günümüz. Bize mutlaka Karlovy Vary'yi görün dediler. Cumhuriyet Meydanına gidip, metro ile otobüs garına gittik. Her yarım saatte bir Karlovy Vary'ye otobüs var ancak ilk otobüse yer bulamayınca biraz beklemek zorunda kaldık. Çoğu arpa ekilmiş tarlalarle çevrili yol 2 saatten fazla sürdü.
Karlovy Vary'ye indiğimizde suratsız bir turist information görevlisinden yol tarifi almaya çalıştık. Neyseki çok aramadan yolu bulduk. İlerledikçe sokaklar ve binalar güzelleşmeye başladı.
Bu arada çok acıkmıştık. Manzarası güzel görünen bir restauranta oturduk. Çok tuhaf bir garson vardı. Dediklerimizi doğru düzgün dinlemedi veya duymadı. Servis için geldiğinde tekrar edince gidip gelmekten bacağım ağrıdı dedi. Şok geçirdik. Ah memleketim, memleketim dememize yol açan ikinci olaydı bu. Arıların etrafta fazlaca dolaşması da keyfimizi kaçırınca hızla yemeğimizi yedik ve bu sevimli kenti dolaşmaya başladık.
Atatürk'ün burayı gördükten sonra Yalova'ya kaplıca yaptırdığı söylenir. Kaplıcalarını bilemeyeğim ama şehrin sokakları ve mimarisi çok güzeldi. Şansımıza hava da harikaydı.Karlovy Vary'den birkaç kare :
Otobüs garına iner inmez, mutlaka gidin tavsiyesi aldığımız gözetleme kulesine nasıl gidileceğini öğrendik. Tramway'la gidilebileceğini öğrenince sevinmedik değil. 22 nolu tramwaya binebilecektik.
22 nolu tramwayın güzergahının çok güzel olduğunu duymuştuk ancak dolaşmaya vaktimiz olmadı. Biz de 1-2 durak için bile olsa Petrin kulesine giderken 22 nolu tramwayı bekledik ve binmeyi başardık. | Meşhur tramway, nehrin üzerinden geçerken çekilmiş bir fotoğraf. Karşıda Charles Köprüsü görünüyor. Nehri geçer geçmez inip, finiküler ile devam edeceğiz. |
Finikülerin şoför maali. Bizi uzun bir yokuş çıkmaktan kurtaracak. Vakit ve yeterli enerji varsa yürünebiliyormuş da ancak kulenin 299 basamaklı merdivenini çıkabilmek için bolca enerji gerektiğinden çok tavsiye edilmiyor. | İşte Petrin (Gözlem) kulesi. Eyfel kulesi örnek olarak yapılmış bu kulenin altında minicik başka bir müze de var. Zamane oyuncağı sandığım scooter'ı müzede görünce şaşırmadım değil. |
Petrin kulesinden Prag. | |
Kuleden ayrıldıktan sonra Old Town'a geri döndük. Daha hediyelik eşya bakacaktık ve şimdiden akşam olmuştu. Yemek ile vakit kaybetmemek için yolda gördüğümüz bir markete uğrayıp sandaviç ve bira aldık. Yorgunluktan bir apartmanın merdivenlerine çöküp karnımızı doyurduk. Çok lezzetli ve keyifli bir yemekti. Yöresel yemek yiyeceğiz diye bu sandaviç olayını gözardı etmemize hayıflandık. Gece dükkanlar kapanana kadar dolaştık ve hediyelik birşeyler aldık. Hatta 3 kız, "3 Bad Girls at Prag" yazan bir kupa gördük. Üçümüz de atladık üzerine hemen. Dükkanların kapanış saati var ve içeride müşteri olması da umurlarında değil. Kapanış saati yaklaştığında uyarıyorlar ve dükkan kapanmadan alışverişi bitirmeye çalışıyorsunuz. Gece hafif birşeyler atıştırmak ve son kez meydanın tadını çıkarmak için biryerde oturmak istedik. Ancak mutfaklar kapandığı için yiyecek birşey bulamadık. Bari birşeyler içelim derken, zaman geçti ve kapanış saatine az kaldığı için oturacak bir yer de bulamadık. Otele dönerken, otelin önündeki, hint usülü dekore edilmiş yerin açık olduğunu farkettik. Gerçekten de Hintlilerin işlettiği bir mekanmış burası. Kibarca buyur ettiler bizi. Özden Virgin Mojito istedi. Mutfak kapandığı için yapamayacaklarını ama hazır istediğimiz birşey varsa servis yapabileceklerini söylediler. Biz de oturup birşeyler içecek yer bulmanın keyfiyle bira ve soda söyledik. Sonra içeriden havan sesleri gelmeye başladı ve acaba mojito mu yapıyorlar derken, adamcağız elinde mojito ile geldi ve sizin güzel gülümseniz için yaptım bunu dedi. Bize yoğurt vermeyen ve bacağı ağrıyan garsonlara alışmaya başlamışken, bu güzel jest bizi çok mutlu etti. Prag'daki son gecemizi, bu güzel mekanda, güzel sohbetlerle ve şiirlerle geçirdik. Özden'in yakın zaman önce bir şiir dinletisinde okuduğu Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiirini okuması, bu muhteşem geceyi unutulmaz yaptı. Daha sonra Özden bu şiiri, fonda çalan müziğin eşiliğinde bizim için tekrar okudu,bu sefer kaydettik. İşte Özden'in sesinden "Mendilimde Kan Sesleri" | |
Sokakları arşınladığımız bir gün, uzunca bir süre Kafka'nın müzesini aradık oysa burnumuzun dibindeymiş. Hemen Old Town meydanındaymış. Ancak gittiğimizde hiçbirşey bulamadık. Ev/müze kapı-duvar. Kısacası biz gittik, Kafka'yı evde bulamadık. Sadece duvara asılmış küçük bir büst. | |
Prag, kristalleriyle olduğu kadar kuklalarıyla da ünlü. O kadar Prag'ı dolaşıp, ne bir kristal, ne de bir kukla almadan geldik. Kristallerden alınabilecek çok güzel şeyler vardı ancak uçaktan valizlerin nasıl boşaltıldığını gördüğümüz için almaya hiç niyetlenmedik bile. Herkesin mutlaka gidin dediği Yahudi Mezarlığının önünden bir gece vakti, ve tırsarak geçtik. Ne kadar bol ziyaret edilen bir yerde olsa sonuçta mezarlık, insan ister istemez korkuyor. Yahudi mahallesini de ünlü markaların mağazalarının bolluğundan herhalde Nişantaşı'na benzettik. Keşke birgün daha olsaydı veya uçak saatleri daha iyi olsaydı da bu masal şehrin biraz daha tadını çıkarabilseydik. |
Her yere yetişir
Hiçbir şeye geç kalınmaz
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antepin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenleri
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
edip cansever
Kısa kısa:
En iyi oranda döviz bozdurmak için: Charles köprüsüne giden yoldaki hediyelik eşya mağazaları
En güzel manzara : Petrin Kulesi
En güzel bira : Stranomen ve Pilsener
Nerelere gitmeli : Old Town Meydanı ve astrolojik saat, Charles köprüsü, Kale, Petrin Kulesi, Karlovy Vary
En ucuz yemek : Marketlerde satılan sandaviçler. Çok da lezzetliler.
29 Ocak 2010 Cuma
Fibonacci sayılarını kullanarak km ve mil çevrimi yapmak.
Firefox'un Stumble Upon isimli çok sevdiğim bir add-on'u vardır. Stumble upon'ı kullanacıları sevdikleri sayfaları işaretlerler, Stumble da o sayfalardan, ilgilendiğin kategorilerde önerilerde bulunur.
Her hafta da bana sayfa önerilerini email ile gönder diye bir tanımlama yapmıştım. Burada gelen bir blog yazısını çok hoşuma gitti. Fibonacci sayılarını kullanarak km ve mil çevrimi yapılabileceğini söylüyor yazar.
İşte birkaç örnek
Birbirini takip eden 2 Fibonacci sayısı al. Küçük olan mil, büyük olan km'dir diyor. Örneğin 5 and 8. 5 mil 8 km'miymiş.
Eğer fibonacci sayısı olmayan bir sayıyı çevirme ihtiyacın olursa, çevirmek istediğin sayıyı fibonacci sayılarının toplamı olarak ifade et, sonra da her bir sayının bir sonraki (km'ye çevirmek için) veya bir önceki (mile çevirmek için) al ve topla diyor.
Örneğin 100 mil kaç km dir? 100 sayısı, fibonacci sayıları olarak 89 + 8 + 3 olarak elde edilebilir. Her bir sayının bir sonraki fibonacci sayısını bulalım. 89'un ki 144, 8',in 13 ve 3'ün 5. Cevap = 144 + 13 + 5 = 162 çıkar. Aslında 100 mil, 160.9344 km dir ve çok az bir farkla buna ulaşabilirsiniz.
Blog yazısını aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz.
http://www.catonmat.net/blog/using-fibonacci-numbers-to-convert-from-miles-to-kilometers/
Not:
Tabii ki bu çevrimi yapmanın çok daha kolay yolları var. Google'da "100 miles in km" yazmak gibi.